Hayatımız bir resim ve herkesin bu resim de yeri var. Şükretmek ile ilgili bu hikayeler paylaşmak istedik bugün. Değişim önce bu resmin dışına çıkmak ile başlar. Resmin bütününe bakıp küçük detaylara takılmamak gerekiyor. Bütünü görüp içimize sindirdikten sonra tekrar yerimize dönmeliyiz. Yoksa kendi hayatımızı yaşayamadan, seyirci olarak kalırız. Değişim böylelikle içimizde yani ‘biz’le başlar. Neden ben değilde biz? Çünkü biz, resmin içinde ki ben ve resmi bütünü ile gören ben.
Paylaşmış olduğumuz hikayede kişi, anlamak, olumlamalar yapabilmek ve değişime doğru yön verebilmek için nasıl resmin dışına çıkıp tekrar resme giriyor, hep beraber bu değişime şahit olalım.
Sabah ezan sesi ile uyandım. Soluma döndüm ve günün ilk şükrünü eda ettim. Sonsuz şükürler olsun Rabbime yine yanımda ve sağ salimsin. Şükür etmenin huzuruyla avuç içlerini öperek uyandırdım sevgiliyi. Namazımı kıldım ve her gün ki gibi tevekkül yürüyüşüne çıktım. Tabiat benim öğretmenim. Gözlerim gördüğü, kulaklarım işittiği, ellerim hissettiği ve burnum koku alabildiği sürece daha da öğreteceği çok şey var. Ha bu duyularımdan biri olmasın yine de öğretmek için diğerini kullanmamı sağlıyor.
Verandada biraz havayı içime, ciğerlerim dolana kadar çektim. Sonra bir huzurla geri bıraktım. Nisan ayı hava biraz serin, tam içeri üzerime bir şey almak için girecektim ki kapıda elinde elleriyle ördüğü hırka ile yanıma yaklaştı. “Hava serin üşütme” diyerek giymeme yardım etti ve ekledi “gelirken sıcak ekmek getirmeyi unutma”, tamam canım dedim ama içimden bizim evimiz en yakın fırına 10 km uzakta, acaba sevgilim neden böyle bir şey istedi? Yürümeye başladım bir yandan da sevgilinin bu isteğine anlam vermeye çalıştım.
Hiç böyle bir şey istemezdi, istemedi de. Ekmeği düşünürken ekmeğin nasıl olduğununu düşünmeye başladım. Tabiatın öğrettiği ilk bilgi şuydu “yaratılmış her canlının bir varoluş hikayesi vardır”. Bu bilgiyle ekmeğin ham maddesi unu, unun buğdaydan öğütüldüğünü ve buğdayın küçük bir tohumla gelen hikayesini aklıma getirdim. O küçücük tohum tarlasına eken için bir umuttu belki. O tarlayı ekecek çıkan mahsulün bir kısmını seneye tohum için ayıracak kalan kısmını satıp çocuğunu okutacaktı. Nasıl bir umuttur ki önce mahsulün iyi çıkacağını umut ediyor (çocuk okutacak çünkü) ve sonra seneye de ayırdığı tohum ile tekrar ekeceğini (eğer ömrü yeterse) umut ediyor.
Buğday değirmene un olmaya gidiyor. Bu sefer değirmenci çevre köylerden bu sene ki buğdayın çok çıkacağını duyuyor (Tabi umut edilen hava şartları olursa) ve yanına çırak alıyor. Çünkü hasta annesi var. En iyi hastanelere götürmek için umut ediyor. Ve un en son bu yolculuğunda herkese umut olmak için fırınlara, evlere giriyor. Şimdi anladım ey sevgili, sen benim geri gelmemi umut ediyorsun ve gelirken sıcak umutlar getirmemi istiyorsun. Yarimin, canımın yarısının bu ruhuma dokunan, anlamı derin cümlesiyle eve geri dönmeye başladım. Tabi dönerken de düşünüyorum sevgilime nasıl bir umut götüreyim.
7 senedir evliyiz ama hiç çocuğumuz olmadı. İlk zamanlar doktor doktor gezdik. Bir sonuca ulaşamadık. Aşılamalar, defalarca hüsran ile sonuçlanan tüp bebek denemeleri. Bu süreçte hep sevgilimin yanındaydım fakat onun kadar acı çekmedim. Ben en çok onun acı çekmesine yandım. Elimden bir şey gelmemesine yandım. “Bana sen yeter, ömrümün sonuna kadar dizinin dibinde olurum, ölümüm kollarında olur” desem de acısını, evlat özlemini dindiremedim. Bu uzun başarısız denemelerden sonra “Artık istemiyorum, demek ki İlahi takdir bu.
Sadece senden bir şey istiyorum. Şehir hayatından uzak bir yerde bahçeli bir evimiz olsun. Orada yaşayalım” dedi. Düşündüm neden olmasın dedim. Eşim inşaat mühendisi idi. İşi, ortağına devretti. Ofisime en yakın, araba ile gidebileceğim yerleri araştırmaya başladım. En sonunda 45 km uzaklıkta bir arsa buldum. Canımın yarısı, sanki bebeği olmuş kadar bir sevinçle projesini çizdi, peyzajı ile ilgilendi. 2 ay gibi kısa bir sürede her şeyi istediği gibi yapmıştı. Mühendis hanımımız soba yakar, yemek yapar olmuştu. O kadar keyifli günlerimiz geçiyor ki…
-İyi ki istemişim değil mi sevgilim?
-İyi ki istemişsin sevgilim…
Bunları düşünürken eve yaklaştığımı fark ettim. Sevgili, veranda da üzerinde battaniye ile umudu olacak kişiyi bekliyor.
-Sevgilim aldın mı sıcak ekmek?
-Aldım sevgilim. Ellerimin hırkamın cebinde olduğunu görmesine rağmen,
-Tamam o zaman kahvaltımızı yapalım, dedi. Masaya oturduk. Her pazar yaptığı gibi en sevdiğim, menemen…
-Ohh mis. Ellerin dert görmesin canım. Canıma yoldaş biraz durgunlaştı. Çatalını tabağın kenarına bıraktı, elinde çay dolu bardağından bir yudum aldı ve bana baktı hüzünle, hâlâ içinde kapanmayan hasret ile. Susmak istemedim. Ben ona umut getirmiştim.
-Ey canıma can, her istediğimiz olsaydı hiçbir sıkıntımız olmasaydı o zaman bu dünyanın adı sınav olmazdı. Elbette ki sıkıntı çekeceğiz ama pes etmeyeceğiz. Bir ekmeğin her eve götürdüğü umut misali, umudumuzu sıcak tutacağız. Beraber en iyi doktorları bulalım tekrar deneyelim. Biliyorum zor bir süreç, ilaçlar, tedaviler ama ne olur umudumuz canlı olsun. Sana söz eğer bu sefer de başarılı olmaz ise koruyucu aile olacağız.
Evet bu onun çok istediği bir şeydi. Ben hiçbir zaman bu konuya sıcak bakamadım. Elbette çocukları seviyorum. Ama bu bambaşka bir şey. Göz bebekleri büyüdü elindeki bardağı bıraktı ve bir çığlıkla çocuklar gibi zıplamaya başladı. Hani derler ya “havalara uçtu”, resmen bu deyimin şekil bulmuş haliydi. Gülümseyerek izledim onu. Ya Rabbim ne büyüksün. Yoluma yoldaş eylediğinin mutluluğuna şahidim. Sen huzurumuzun bozulmasına izin verme. Yanıma geldi sarıldı boynuma, ayağı kalkmamı istedi. -Hadi beraber şarkı söyleyelim dedi. Güldüm. Çünkü ben şarkı söylemeye başladığımda sesim kötü diye sustururdu. Ve başladık beraber kahkahalarla şarkı söylemeye;
Ne bir kürk ister bu şen gönlüm
Ne bir han ne de saray lalala lay la lalalay
Ye iç eğlen çok kısa ömrün
Sev çünkü sevmek en kolay…